Cinler İnsanı Aldatır
Cinlerden süfli olanların insanın beden ve akıl
sağlığına verdiği zararlar ilk çağlardan beri iyi bilinir. Ancak bundan daha
tehlikelisi, bu şeytan taifesinin insanın dinine verdiği zarardır. Çünkü
bunlardan insanı kaydına alanlar, sinsice hükümlerini yürütürler de, kişinin
haberi olmaz. Hatta, başka insanları da bir takım istidraçlarla kendilerine
tabi kılarlar ve cemiyetin sapıtılmasına sebep olurlar. Bu iş aşağıdaki
yollardan biriyle gerçekleşir;
1- Cin kendi varlığını bildirmeden: Bu durumda insan, kendisinin bir cin ile temasta olduğunu bilmemektedir. Kendisinde meydana gelen harikulade hallerin kendi üstün meziyetlerinden ileri geldiğini sanarak, kendini herkesten üstün makamlarda görmekte ve yerine göre sahte tevazu da göstermektedir. Muhyiddin Arabî (Hz.) bir eserinde; "Bu kimsenin en bariz vasıflarının, kimseyi beğenmemek ve kendisinin en üstün olduğu kanısını etrafa yaymak olduğunu söylüyor" diyor.
2- İslam büyüklerinin kılığında: Bazen cin, daha gençlik yaşlarından itibaren kendisi için müsait bulduğu bir kimseyi seçer ve onu kendisine tabi kılmak için çalışmaya başlar. Önceleri rüyasında, din büyüklerinin kılığına girmeye başlar. Kişi rüyasında güya Mevlana'yı, Yunus Emre'yi, Muhyiddin Arabî'yi görür. Onlardan mesajlar alır. Giderek bu rüyalar neticesinde, o genç gerçekten büyük bir zat olacağına inanmaya başlar. Bazen cani bir şey ister, o istek cin tarafından derhal yerine getirilir. Bu durumu büyük bir insan olması hasebiyle, Allah'ın bir lütfü olarak yorumlar, imtihanlarda, münazaralarda kendisine yardım edebilir. Karşıdaki susturulur. Tabii, muhatabı imanen güçlü değilse. Çünkü bazen bu cin sıradan birisi olmak yerine, onların ileri gelenlerinden olabilir. Birisinin bir işi için dua eder, o iş yine cin tarafından halledilir. Bazen dünyanın çeşitli yerlerinde vuku bulan hadiselerden haberdar edilir. Artık bu genç büyük bir kişi olduğuna, hatta şeyh veya kutup olduğuna inanmaktadır. Bundan böyle kimsenin nasihatini de kabul etmez. Çünkü o, kendisine nasihat edenlerden daha üstündür. Bazı hastalıkların tedavisi daha elini koymasıyla mümkün olur. Mesela bazı felçlileri yürütür. Oysa burada felci yapan cinnin kendisidir. O elini koyunca çıkıp gitmektedir. Bütün bunlar onun şanını ve namını arttırır. Artık etrafında yüzlerce, binlerce hayranı ve talebesi olur. Ona inananlar kendisini en büyük veli, Mehdi ya da Isa (a.s.) zannedebilir. Oysa erbabı onun sahtekâr ve zararlı olduğunu bilir. Burada en büyük zevk ise, onu kendine tabi kılan cine aittir. Çünkü o kişi sayesinde artık binlerce kişiyi kendisine bağlamış ve isteklerini yaptırmaya başlamıştır. Bu durumda o kişinin itibarını arttırmak için, bazı kimselerin rüyasına dahi girip ona bağlanmalarını ve yardım etmelerini telkin eder. Bu arada o kişiye dini bazı bilgiler de vererek onu bir din alimiymiş gibi gösterir. Bilmeyenler onu kendilerine dini lider seçer.
Artık bu kişi bilir bilmez kendinden birtakım fetvalar verip bazı helalleri haram, yahut bazı haramları helalmiş gibi gösterir. Bunu da çevresine, kendisini bir müceddit gibi gösterip güya zamana göre içtihatlar yapıyormuş gibi empoze etmeye çalışır. Netice olarak, hem o kişi etrafında birçok insan toplamış ve onları müctehid edasıyla aldatmış, hem de onu kendine tabi etmiş olan cin bir saltanat kurmuş olur. Hatta bu başarısıyla kendi akranları arasında sivrilip temayüz ettiği ve onlara karşı marifetiyle öğündüğü de söylenebilir.
Bütün bu hallere giriftar olarak, pek çok insan saptıranlar, ülkemizde, bilhassa İstanbul'da çoktur. Ama biz burada başka birini misal vereceğiz.
Ahmet Kadiyani, sözde İslam'a bağlı, fakat aslında sapık bir mezhep olan Kadıyaniliğin kurucusu olarak dünya çapında şöhrete maliktir. Gençlik yıllarından itibaren cinlerden birisinin tabii olarak yaşamıştır. Bizzat kendisinin kaleme aldığı hal tercümesine göre, Hindistan'da Kadyan kasabasında "doğmuştur. Yaradılıştan, inzivaya meyyal, hassas yapılı birisidir. Sık sık yalnız bir köşeye çekilerek nefs muhasebesi yapmakta iken bir gün gizliden bir ses işitir. Sadece kendisinin duyabildiği bu ses ona babasının akşam ezanından sonra öleceğini söyler. Ahmed bu sesi duyunca çok üzülür ve korkar. Ses devam eder:
"Allah kuluna yetmez mi?"
Gerçekten babası o akşam üstü vefat eder. Gerisini kendisinden dinleyelim:
"O sesi ondan sonra çok duydum. Bana pek çok şey öğretti. Beni dünyaya tanıttı, meşhur yaptı. Fakr-u zaruret içinde iken, hayra harcamam için beni servete gark etti. Kulağıma gelen seslerin Rahmani olduğundan asla şüphe etmedim. Zira şeytan benimle alay etse, içimdeki fenalıklar dile gelse, mutlaka fark ederdim.
Bazen o sesleri uzaktan işitiyordum, bazen de onlar benim ağzımdan çıkıyor, fakat söyleyeni ben olmuyordum. O kadar ki, bazen hiç bilmediğim lisanları konuştuğum olurdu. Bir ruhun bana hulul ettiğine (içime girdiğine) de inanmıyorum. Bu iş bambaşka bir iş, başkalığını seziyorum ya, bu bana ve bana tabi olanlara yetişir."
Evet, şimdi de şeytanın nihayet iğfal ederek saptırdığı Ahmed Kadiyani'nin yaptığı işi görelim. Bir gün ortaya çıkıp şöyle diyecektir:
"Ben Meryem'in oğlu mesih isa'yım. Muhammed'den (s.a.v.) sonra peygamber gelmeyecek, yalnız bir kişi O'nun hilat-i fahiresine bürünecektir, işte ben O'yum. Kadyanlı Ahmed, efendisi Muhammed (s.a.v.)'in son peygamberliğine halel gelmeden nebi olmuş, Allah (c.c.)'dan mukaddes vazife almıştır."
Birinci dünya savaşından sonra ölen asıl ismiyle kadyanlı Mirza Gulam Ahmet'ten keramet zannedilen birçok haller de zahir olmuştur.
Binlerce kişinin gördükleri rüyalarla kendisine bağlanmaları, yanında kırk gün kadar kalan kimsenin semavi işaret olarak inkarlarından sıyrılmaları, kötürümleri birkaç el temasıyla yürütüp, hastaları birkaç söz ile iyileştirmesi, hatta kendisi ile tartışmaya giren birinin aniden ölmesi, şöhretinin büsbütün artmasına sebep olmuştur.
Kendisinin Mehdi olduğunu söyleyen ve Mehdi ile ahir zamanda yeryüzüne inecek olan İsa (a.s.)'ın aynı şahıs olduğunu ve bunun da kendisi olduğunu belirten Mirza Gulam Ahmet Kadiyani, kaba bir görüşle her ne kadar İslamiyet'i yaymış ve genişletmeye çalışmış ve bunda da kısmen muvaffak olmuşsa da, mesele inceden inceye tetkik edildiğinde görülür ki, bu olayda da şeytan, evvela bir kişi, sonra da onun vasıtasıyla binlerce kişiyi kendi kaydı altına almış, bu amaçla İslamiyet'i de koz olarak kullanmıştır.
Muhyiddin Arabî'nin beyanına göre, bu gibi kişilerin en büyük özelliği kibir ve gururdur.
Cinlerden yardım istemek de caiz değildir. Allah-u Teâlâ kâfirleri bu sebeple kötülemiş ve şöyle buyurmuştur: mealen;
"Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınıyorlardı da cinlerin kibir ve azgınlıklarını arttırıyorlardı." (Cin:6)
1- Cin kendi varlığını bildirmeden: Bu durumda insan, kendisinin bir cin ile temasta olduğunu bilmemektedir. Kendisinde meydana gelen harikulade hallerin kendi üstün meziyetlerinden ileri geldiğini sanarak, kendini herkesten üstün makamlarda görmekte ve yerine göre sahte tevazu da göstermektedir. Muhyiddin Arabî (Hz.) bir eserinde; "Bu kimsenin en bariz vasıflarının, kimseyi beğenmemek ve kendisinin en üstün olduğu kanısını etrafa yaymak olduğunu söylüyor" diyor.
2- İslam büyüklerinin kılığında: Bazen cin, daha gençlik yaşlarından itibaren kendisi için müsait bulduğu bir kimseyi seçer ve onu kendisine tabi kılmak için çalışmaya başlar. Önceleri rüyasında, din büyüklerinin kılığına girmeye başlar. Kişi rüyasında güya Mevlana'yı, Yunus Emre'yi, Muhyiddin Arabî'yi görür. Onlardan mesajlar alır. Giderek bu rüyalar neticesinde, o genç gerçekten büyük bir zat olacağına inanmaya başlar. Bazen cani bir şey ister, o istek cin tarafından derhal yerine getirilir. Bu durumu büyük bir insan olması hasebiyle, Allah'ın bir lütfü olarak yorumlar, imtihanlarda, münazaralarda kendisine yardım edebilir. Karşıdaki susturulur. Tabii, muhatabı imanen güçlü değilse. Çünkü bazen bu cin sıradan birisi olmak yerine, onların ileri gelenlerinden olabilir. Birisinin bir işi için dua eder, o iş yine cin tarafından halledilir. Bazen dünyanın çeşitli yerlerinde vuku bulan hadiselerden haberdar edilir. Artık bu genç büyük bir kişi olduğuna, hatta şeyh veya kutup olduğuna inanmaktadır. Bundan böyle kimsenin nasihatini de kabul etmez. Çünkü o, kendisine nasihat edenlerden daha üstündür. Bazı hastalıkların tedavisi daha elini koymasıyla mümkün olur. Mesela bazı felçlileri yürütür. Oysa burada felci yapan cinnin kendisidir. O elini koyunca çıkıp gitmektedir. Bütün bunlar onun şanını ve namını arttırır. Artık etrafında yüzlerce, binlerce hayranı ve talebesi olur. Ona inananlar kendisini en büyük veli, Mehdi ya da Isa (a.s.) zannedebilir. Oysa erbabı onun sahtekâr ve zararlı olduğunu bilir. Burada en büyük zevk ise, onu kendine tabi kılan cine aittir. Çünkü o kişi sayesinde artık binlerce kişiyi kendisine bağlamış ve isteklerini yaptırmaya başlamıştır. Bu durumda o kişinin itibarını arttırmak için, bazı kimselerin rüyasına dahi girip ona bağlanmalarını ve yardım etmelerini telkin eder. Bu arada o kişiye dini bazı bilgiler de vererek onu bir din alimiymiş gibi gösterir. Bilmeyenler onu kendilerine dini lider seçer.
Artık bu kişi bilir bilmez kendinden birtakım fetvalar verip bazı helalleri haram, yahut bazı haramları helalmiş gibi gösterir. Bunu da çevresine, kendisini bir müceddit gibi gösterip güya zamana göre içtihatlar yapıyormuş gibi empoze etmeye çalışır. Netice olarak, hem o kişi etrafında birçok insan toplamış ve onları müctehid edasıyla aldatmış, hem de onu kendine tabi etmiş olan cin bir saltanat kurmuş olur. Hatta bu başarısıyla kendi akranları arasında sivrilip temayüz ettiği ve onlara karşı marifetiyle öğündüğü de söylenebilir.
Bütün bu hallere giriftar olarak, pek çok insan saptıranlar, ülkemizde, bilhassa İstanbul'da çoktur. Ama biz burada başka birini misal vereceğiz.
Ahmet Kadiyani, sözde İslam'a bağlı, fakat aslında sapık bir mezhep olan Kadıyaniliğin kurucusu olarak dünya çapında şöhrete maliktir. Gençlik yıllarından itibaren cinlerden birisinin tabii olarak yaşamıştır. Bizzat kendisinin kaleme aldığı hal tercümesine göre, Hindistan'da Kadyan kasabasında "doğmuştur. Yaradılıştan, inzivaya meyyal, hassas yapılı birisidir. Sık sık yalnız bir köşeye çekilerek nefs muhasebesi yapmakta iken bir gün gizliden bir ses işitir. Sadece kendisinin duyabildiği bu ses ona babasının akşam ezanından sonra öleceğini söyler. Ahmed bu sesi duyunca çok üzülür ve korkar. Ses devam eder:
"Allah kuluna yetmez mi?"
Gerçekten babası o akşam üstü vefat eder. Gerisini kendisinden dinleyelim:
"O sesi ondan sonra çok duydum. Bana pek çok şey öğretti. Beni dünyaya tanıttı, meşhur yaptı. Fakr-u zaruret içinde iken, hayra harcamam için beni servete gark etti. Kulağıma gelen seslerin Rahmani olduğundan asla şüphe etmedim. Zira şeytan benimle alay etse, içimdeki fenalıklar dile gelse, mutlaka fark ederdim.
Bazen o sesleri uzaktan işitiyordum, bazen de onlar benim ağzımdan çıkıyor, fakat söyleyeni ben olmuyordum. O kadar ki, bazen hiç bilmediğim lisanları konuştuğum olurdu. Bir ruhun bana hulul ettiğine (içime girdiğine) de inanmıyorum. Bu iş bambaşka bir iş, başkalığını seziyorum ya, bu bana ve bana tabi olanlara yetişir."
Evet, şimdi de şeytanın nihayet iğfal ederek saptırdığı Ahmed Kadiyani'nin yaptığı işi görelim. Bir gün ortaya çıkıp şöyle diyecektir:
"Ben Meryem'in oğlu mesih isa'yım. Muhammed'den (s.a.v.) sonra peygamber gelmeyecek, yalnız bir kişi O'nun hilat-i fahiresine bürünecektir, işte ben O'yum. Kadyanlı Ahmed, efendisi Muhammed (s.a.v.)'in son peygamberliğine halel gelmeden nebi olmuş, Allah (c.c.)'dan mukaddes vazife almıştır."
Birinci dünya savaşından sonra ölen asıl ismiyle kadyanlı Mirza Gulam Ahmet'ten keramet zannedilen birçok haller de zahir olmuştur.
Binlerce kişinin gördükleri rüyalarla kendisine bağlanmaları, yanında kırk gün kadar kalan kimsenin semavi işaret olarak inkarlarından sıyrılmaları, kötürümleri birkaç el temasıyla yürütüp, hastaları birkaç söz ile iyileştirmesi, hatta kendisi ile tartışmaya giren birinin aniden ölmesi, şöhretinin büsbütün artmasına sebep olmuştur.
Kendisinin Mehdi olduğunu söyleyen ve Mehdi ile ahir zamanda yeryüzüne inecek olan İsa (a.s.)'ın aynı şahıs olduğunu ve bunun da kendisi olduğunu belirten Mirza Gulam Ahmet Kadiyani, kaba bir görüşle her ne kadar İslamiyet'i yaymış ve genişletmeye çalışmış ve bunda da kısmen muvaffak olmuşsa da, mesele inceden inceye tetkik edildiğinde görülür ki, bu olayda da şeytan, evvela bir kişi, sonra da onun vasıtasıyla binlerce kişiyi kendi kaydı altına almış, bu amaçla İslamiyet'i de koz olarak kullanmıştır.
Muhyiddin Arabî'nin beyanına göre, bu gibi kişilerin en büyük özelliği kibir ve gururdur.
Cinlerden yardım istemek de caiz değildir. Allah-u Teâlâ kâfirleri bu sebeple kötülemiş ve şöyle buyurmuştur: mealen;
"Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınıyorlardı da cinlerin kibir ve azgınlıklarını arttırıyorlardı." (Cin:6)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder