Sihir
ve büyü gibi kavramlar günümüz dünyasında bir korku aracı olarak değil,
eğlenceli birer kandırılmışlık hali olarak görülüyor. Cadı figürleri
ise sivri uçlu şapka, tatlı bir çehre ve uzun bir süpürgeyle tasvir
edildiği için, fazlasıyla sempatik bulunuyor insanlar tarafından. Ama ne
yazık ki Ortaçağ Avrupası’nda durum bu kadar sevimli değildi. Pek çok kadın cadılık suçlamasıyla çeşitli işkenceler sonucunda vahşice katledilecek ve hatta yüzlerce insanın gözü önünde canlı canlı yakılacaktı.
14. yüzyılda, sihir türlerini kovalayıp çeşitli kara büyülerle
uğraşan kişiler erkeklerdi aslında. Avrupalının inanışına göre bu tarz
meziyetlerin büyük bir bilgi birikimi barındırması gerekiyordu ve
neredeyse okuma-yazması bile olmayan kadınların bu bilgilere
ulaşabilmesi mümkün değildi. Kadınları görmezden gelip erkekleri eğitmek
çok daha önemliydi Avrupa için. Bu nedenle yavaş yavaş ortaya çıkan
yetenekli kadınların ilimlerini kabul edemediler ve “sapkınlık” adıyla
nitelendirip cezalandırma yolunu seçtiler. Her zaman üstün olan taraf
erkekler olmalıydı çünkü.
1487’de Heinrich Kramer ve Jacop Sprenger, Cadıların Çekici adlı eserlerinde; “Bütün
cadılar şehvet sonucunda ortaya çıkıyor. Kadınların kontrol edilemeyen
cinselliği, onları meydana gelecek şeytani olayların potansiyel
suçluları haline getiriyor” sözlerine yer verdiler. Kitap,
cadılarla mücadele eden bütün rahiplere birer kopya olarak dağıtıldı.
“Cadıların Çekici”nin yaydığı fikirlerden sonra daha da acımasız bir
şekilde hedef tahtasına koyuldu kadınlar. Aynı zamanda bir rahip olan
Kramer ve Sprenger, bütün kadınların cadılıkla alakası olduğunu iddia
ediyorlardı. Hatta onlara göre Katolik inancına en büyük zararı veren
kişiler de ebelerdi. Çünkü doğum gibi kutsal bir olayın nasıl üstesinden
gelinerek böylesine başarıyla sonuçlandırıldığını bir türlü
anlayamıyorlardı. Bu noktada kesinlikle sihir veya büyünün bir etkisi
olmalıydı.
Cadılığın ölümle cezalandırılması, 1532’de Roma İmparatoru V.Charles tarafından yürürlüğe konan Lex Carolina ile
resmileşecekti. Başlarda kimsesiz, yaşlı, fakir ve çirkin kadınların
cadılık yaptığına inanıp, kurbanlarını bu kriterlere göre seçtiler.
Herhangi bir hastalığa otlarla çare bulan şifacılar da yine aynı şekilde
bu kıyımdan paylarını alacaktı. Ormandan bitki toplayıp, hekimlerin
olmadığı kasabalarda hastaları tedavi eden bu kadınlar, gitgide toplum
tarafından dışlanmaya başladılar. Ayrıca kadınların Pazar ayininde fazla
içten dua etmesi (çok günah işlediği iddiasıyla), gündüzleri uyuması
(geceleri şeytan ile ayin yapması nedeniyle), fazla güzel olması
(güzelliği ile büyülediği düşüncesiyle) ve fazla çirkin olması da
cadılık alameti olarak kabul edildi. Çünkü Ruhban sınıfına ait din
adamları kendi yarattıkları hayale inanarak, cadıların varlığını
kanıtlamaya ve onları yok etmeye çalışıyorlardı. Bunu yaparken masum
insanları koruduklarını iddia edecek kadar da pervasızlardı.
Basit bir çekememezlikten doğan asılsız ihbarlar sonucunda bile,
hiçbir sorgulama yapılmaksızın katlediliyordu kadınlar. Şeytanın
yalanlarıyla baştan çıkarıldıklarına, belirli hayvanların sırtına
binerek Tanrıça Diana ile uçabildiklerine inanılıyordu. Hatta
bununla da yetinmeyen rahipler, cadıların bir araya geldikleri ayin
gecelerinde (sabbat) bebekleri yediklerini ve cinsel sapkınlıklar
yaptıklarını söylediler. Rivayete göre bir cadı süpürgesini suya sokup
bazı sözler mırıldanırsa şeytan kolaylıkla fırtına ya da sel
çıkartabilirdi.
Sabbat tasviriEngizisyon Mahkemesi’nin
yargıçları zamanla tutuklama kıstasını genişlettiler. Soylular,
rahibeler ve genç kızlar da artık cadılıkla suçlanabiliyordu. Bunun için
tek bir ihbarın yeterli olduğu gerçeği, sosyal durum gözetmeksizin
bütün kadınları tutuklanma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. Toplum
içerisinde hoş görülmeyen bir kadın davranışı bile cadılıkla
özdeşleştiriliyordu artık. İşin en ilginç kısmı ise maddi boyutta
karşımıza çıkıyor. Suçlanan kadınların mal varlığının 2/3’si feodal
hükümdara kalıyor, geri kalan 1/3’i de sorgulayan hakim, cellat ve ihbar
eden kişi arasında paylaştırılıyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere
yüzlerce masum kadın çok ciddi bir çıkar çarkının işlemesi uğruna kurban
edilmiş, büyük paralar kazandırma vaadi ile asılsız ihbarların önü
açılmıştı. Cadı avına çıkmak için ortam ve şartlar son derece müsaitti.
Bütün bunların yanı sıra kilise; İncil ve Tevrat’tan seçilen bazı ayetleri de kullanarak, yapılan vahşeti meşrulaştırıyordu: Çık.22: 18 “Büyücü kadını yaşatmayacaksınız.” Lev.20: 6 “‘Kim cincilere, ruh çağıranlara danışır, bana ihanet ederse, ona öfkeyle bakacak, halkımın arasından atacağım.”
Toplum içerisinde de havada süpürgeyle uçan kadınların varlığından
sıkça bahsediliyordu. Bu görüşe itiraz edip süpürgeyle uçmak gibi bir
eylemin olmadığını söyleyenler ise şiddetle cezalandırılıyordu kilise
tarafından. Cadılar şeytanla ilişkiye giren güçlü ve tehlikeli
yaratıklardı çünkü. Fakat ne hikmetse böylesine üstün yeteneklere sahip
olan bu kadınlar, sıradan insanların eline düşmekten bir türlü
kurtulamıyorlardı. Kendi canlarının yakıldığı yetmiyormuş gibi bir de
başka cadıların ismini vermeye zorlanıyorlardı. Onlara sorulan sorulardan bazıları ise şunlardı: “Kedi, kurbağa, yarasa gibi hayvanlarla aranız iyi midir?” “Suya düşünce batmadan yüzeyde kalabiliyor musunuz?” “Yemek pişirirken büyük siyah kazan kullanır mısınız?”
Zavallı kadınlar çoğu zaman cadı olduğunu itiraf ederek hemen
öldürülme yolunu seçtiler. Aksi takdirde yapılan işkenceler dayanılacak
gibi değildi. Bütün kıyafetleri çıkartılıp kemikleri tek tek kırılıyor,
etleri lime lime parçalanıyor, bakire olup olmadıklarının anlaşılması
için tecavüze uğruyorlardı. Avrupa’nın
kara lekesi olarak bilinen bu vahşi uygulamalar 17. yüzyılın dördüncü
çeyreğine doğru son bulacak ve katledilen yüzlerce masum kadın, maalesef
manasız bir cinsiyet nefretinin kurbanı olarak tarihe geçecekti.
Kaynak: 1, 2, Yücel Aksan, “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık”,
Hetta Howes, “Ortaçağ’ın Şeytan Üçgeni: Cadılar, Sihir, Tıp”